Lyubomir Levchev is widely regarded as the pre-eminent living poet of Bulgaria, and one of the iconic poets of Eastern Europe. He was born in Troyan, Bulgaria, in 1935 and graduated from the University of Sofia. After the de-Stalinization of Eastern Europe in the 1950's Levchev came to the fore as one of the 'April generation' of young poets breaking out of the rigid realism of the Soviet era. His artistic radicalism was frowned on by the authorities initially, and he was sent into 'internal exile' for a period. Rehabilitated, he began to take an active part in the cultural life of the Bulgarian capital and served the literary community in a number of capacities including as Chairman of the Union of Bulgarian Writers, as first Deputy Minister at the Ministry of Culture, and as editor of the literary magazine, Orpheus.
He married the artist, Dora Boneva, and they had two children, the poet Vladimir Levchev and the artist Marta Levcheva.
Lyubomir Levchev and his wife, the artist Dora Boneva
During the Cold War period Levchev used his status to organise a series of Writers Conferences that opened Bulgaria to cultural influences from abroad. Major writers came from all parts of the world, brought their work and their ideas, and departed with Bulgaria in their hearts. Such was the charisma of the organising spirit, Lyubomir Levchev. One such writer was the former US Poet Laureate, William Meredith, who with his partner and fellow poet, Richard Harteis, became so enamoured of Bulgaria and so involved in cultural exchange between the US and Bulgaria that they were eventually awarded honorary Bulgarian citizenship. Meredith and Harteis introduced many Bulgarian writers to US readers. And Levchev paid a prolonged visit to Connecticut while his wife was Artist-in-Residence at the Griffis Arts Centre in New London.
The collapse of Communism in 1989 had a profound effect on Levchev, who was and remained a conscientious socialist. As someone involved in the establishment during the Soviet era he initially suffered the backlash of public opinion. But he did not recant, like so many others declaring that they were now converted 'free-marketeers'; he 'did not flee Pompeii'; instead he withdrew into the integrity of his own beliefs and his own vision. And soon public respect for his integrity not only returned but multiplied a hundredfold.
Levchev has written 50 poetry collections in the Bulgarian language, and 70 books in translation in 34 countries. The honours and awards that have been bestowed on him for his poetry over the years are many, too many to fully enumerate. But they include: Member of the European Academy of Science, Art, and Culture; the Gold Medal for Poetry of the French Academy and the honorary title of 'Knight of Poetry' from the French Government (1985); the Medal of the Venezuela Writers' Association (1985); the Máté Zalka and Boris Polevoy awards, Russia (1986); the Grand Prize of the Alexander Pushkin Institute and the Sorbonne (1989); the Fernando Rielo World Prize for Mystical Poetry (1993); the Golden Wreath of the Struga Poetry Evenings, Macedonia (2010); the Bulgarian State Award, Order of the Balkan Mountains 1st Class (2006).
Bir zamanlar reşit olmayan
bir cadı kesti yolumu.
Başka bir şey olamaz
böylesi bir güzellik.
Sendin o…
Bir şey içirdin bana
sadık kalmam için sonsuza dek,
sana adanmış,
senin.
Anımsar mısın
öpüşme oyunlarımızı?
Aşk oyunlarımızı
anımsar mısın?
Ve gerçek öpüşlerin bunlar olduğunu,
gerçek aşkın bu olduğunu
anlamaya kalmadan
oyun bitti,
sevgilim!
Bitti!
Salt bir el gibi düştü elim.
Kanat olmaktan çıktı.
Yatak da sadece yataktı.
Gökyüzü-
yüzünü yitirdi.
O halde nedir şimdi
bizi böylesi kenetleyen,
esriten,
içimizi
yangın yerine çeviren?
Nasıl adlandıralım?
Söyle!
Belki de aşk ötesi…
Bir kalp atıyor, duyuyorum,
delice, yaman.
Ancak o denli yakınız ki,
bilemiyorum sevgilim -
benim kalbim mi bu
yoksa seninki mi?
Stefan Danailov’a
Öyle kolay ki sevdalanmak
yirmi yaşında.
Vazgeçilen olmak da
öyle kolay…
Rüzgarlarla sevişirdim ben.
Öperdim yağmurları.
Yuvarlanıp giderdim şehvetinde
çiyli çayırların.
Ve her düşüşümde veda dipsizliğine,
öleceğimi sanırdım.
Ancak kurtarırdı beni
gün ışığının diri ağları.
Zıplardım üstlerinde
çocukların karyolada hopladığı gibi.
Ve gülüyordu yüzüm,
serinliğiyle dökülen gözyaşlarımın.
Büyü gibi kızlar
dönenirdi çevremde.
Olasıya duyumsardım özgürlüğü
ayrılık acısının ertesinde.
Öyle korkunç ki
kırk yaşında sevdalanmak!
Öylesi korkunç ki
vazgeçilen olmak!
Veda yoksa.
Büyü yoksa.
Gözyaşı yoksa.
Özgürlük getirmez ayrılık.
Ve ölmüyorum da, sanırım.
Gecenin kaputu büyük bana-
ikimizi de örter ve sürüklenir yerlerde.
Silecek izimizi ve salt sözlerimiz kalacak geriye
gezginlik etmek ve bazen buluşmak üzere.
Veda ettiğim olmuştu silahlara
öyle ki, Tanrı
beni belleyecektir dedim.
Ancak hiçbir zaman hiçbir askeri hastaneye girmedim.
Kazak kadınlarının
göz kapakları kılıcından geçmiş,
yuvarlanmışımdır suskun, zehirli Don kıyısında.
Ancak hiçbir zaman hiçbir askeri hastaneye girmedim.
Yıldızlar, kumullar ve veba içinde
yaman ressam Groh ile
dalıp gitmişimdir şanlı hülyaların süzülüşüne.
Ancak hiçbir zaman…
Yine de dün, her şeye karşın,
revirdeydik biz seninle.
Kaputun altında -
pıhtılaşan ve şimdilik dökülmemiş kan birikintileri arasında
pis bir su birikintisi gibiydik biz de.
İrinli sargı bezleri ve “heavy metal“zincirleri arasında
sarılmış yatıyorduk, yok, kenetlenmiştik birbirimize.
Ölümcül yaramı tıkamıştın öpüşünle
ve akmaktaydı yüreğim
ne kaosa, ne zifiri karanlığa,
sana akıyordu,
aydınlık,
ışık uçurumum benim!
Dibine. Oraya saklanmak istiyordum.
Titriyorduk ikimiz de.
Bağırmaktaydı dibimizde
kör, topal, afyonlanmış, ölüme yazgılı olanlar…
Ölüm öncesi bir çığlıktı kusulan:
“Allons enfants! Allons enfants!”
“Egalite!”, “Fraternite!”
Dizleri kesilen bahriyeli
son bir coşkuya çağırıyordu:
“Ayaklanın aşağılanmış paryalar!”
“Rot front!”- yumruğunu kaldırıyor kolsuz biri.
“Avanti popolo!”
“No pasaran!”
“Stalin için, vatan için!”
“Stalin için, vatan için!”
“Stalin için!”-
bağırıyordu ceza mangası,
onlar da, Ötekiler de
otuz milyonluk gömüte gömülenler de.
“Partia o muerte!”
“Venseremos!”
Kim bilir, ben de artık kör biriyimdir.
O yüzdendir delicesine okşamam seni.
Braille yazısı okur gibi heceliyorum tenini: “Bağışla!”
Sense fısıltıyla: “O değil! Bana ötekini söyle!
Gene söyle!”
Mahküm gibi bağırıyorum: “Seviyorum seni!”.
Nasıl haykırılırsa son söz, öyle.
Kaygılanma, bu yirminci yüzyıl reviridir,
kimsecikler duymaz bizi
bu bağırtı, inilti, kargış ve hırıltı
ve kalakalan suskunluk içinde.
Yarın mezarcılar benim için geldiklerinde,
dile gel yeniden ve beni yaktığını söyle.
De ki: “Öyle istedi, ayrı yakılmayı yeğledi”.
Senin ateşinden olduğunu söyleme.
Adım Ötekilerle yan yana durabilir anıt tepede…
Ancak o da fazla.
İyisi mi, sen
sonuna dek
hiçbir zaman hiçbir askeri hastanede olmadığımda diret.
Radoy Ralin’e yeniden
Mareşal geçti.
Beğenmedi kenti.
Tanklar geçti.
Kamyonlar geçti…
Ve geriye kırık dökük yol kaldı sadece.
Yüz tane de yaralı at.
Duygusal bir komutanın
acayip bir davranışıydı-
özgürlüğü ve barışı
sunmuştu
koşulu hayvanlara…
Üstelik savaş açlığının kol gezdiği
bir zamanda.
Zarif sirk oyuncuları değildi bu atlar,
ne de ince bilekli steepelchase* koşucuları.
Savaş atlarıydı.
Silah seslerinden sağırlaşmış.
Ateşten gözleri kamaşan.
Onurlu, alnı ak atlar.
Yaman yaralarıyla taçlanmış olarak,
otlarlardı meyve bahçesinde usul usul.
Ve ayin yapar gibi ağır ağır
taş tekneden
içerlerdi şaraplı ekmeği**
cennete gitmeden
önce.
Hiç kimse nallamıyordu artık onları.
Yalnız akşam bülbülleri şakırdı onlar için.
Yalnız ve yaşlı bir er bırakılmıştı
korumak için onları
ve tıpkı onlar gibi ömrünü tamamlamaya uğraşan.
Ailesi çoktan öldürülmüştü erin.
Hiçbirinin cenazesini görememişti.
Ve şimdi
atları gömüyordu
efsanedek o yarı at yarı insan gibi.
Bir el ateş edip
haç çıkartıyordu.
İşte orada-
saman kulübenin önünde.
Giyinip kuşanmış.
Tüm madalya ve nişanlar göğsünde.
Nice kanlı dramlardan
geçmiş atlarla.
Ve nice acıları kapatmış
sade gururunun altına.
Biz çocuklar, ağabey ve babalardan çalıntı,
kibrit ve sigara getirirdik ona.
Armağan kabul etmediğinden
yanına bırakırdık,
otların arasına.
Ancak binicilik tutkumuzu kabul ederdi.
Tehlikeye olan tutkumuzu.
Yasaklara olan tutkumuzu…
Ve bir baş işaretiyle
her birimizin atını gösterirdi
ayrı ayrı.
Yalın ayaklarımızla,
tırmanırken yelelerine
usulca yalardı
bizi yaralı atlar.
Ve ağırdan yekinirlerdi
uygun adım,
onlar son,
biz ilk defa -
mutlu.
……
Uzun yaşadık,
ancak ihtiyarlamadık ve öldürmediler bizi.
Ve şimdi
duyduğumda
Şiva’nın yeniden
dans ettiğini,
inlemesini de duyuyorum yüreğimin
uzaktan ve sessiz.
- Sağaltamayız kendimizi Kaptan, anlamsız!
Tenimiz at sucuğu için bile uygun değil.
Ve bu son çatışmadan da sağ çıkarsak,
acayip ve tehlikeli bir davranışla, derim-
bizi cennetten önceki bahçeye bırak
serbest ölelim.
Bir zamanlar,
ekmeğin satıldığı yeri
bilmiyor diye kızıyordum oğluma.
Oysa şimdi…
Ekmek satıyor o.
Amerika’da.
Washington’da.
Hafta içi ders okutuyor
üniversitede.
Geceleyin şiir yazıyor.
Cumartesi ve pazar günleri ise
ekmek satıyor
Nebraska ile Connecticut’ın kesiştiği yerde.
Çölleşmeye durmuş Bulgar tarlası.
Bir türkünün bitişi gibi yitiyor
orak biçerek
nice kuşakları beslemiş
o esaslı kadınlar.
Melodram sergilemekte politikacılar:
“Buğdayımızı kim çaldı!?”
Ancak ekmek ile insan arasındaki benzerlik
kalıcıdır, gizlenir-
farklı adlar,
farklı tatlar,
pek tabii farklı fiyatlar altına.
Oğlum sandviç ekmeği satıyor,
biberiyeli pide, zeytinli hamurdan,
kekikli poğaçalar,
İspanyol semolina’sı, susamlı,
cevizli,buğday ekmeği,
kuru üzüm serpilmiş üzerine,
İtalyan paine bello’su,
mayalı süt ve zeytinyağıyla karılmış paladin,
mısır ekmeği ve kabak çekirdeklisi,
Türk ekmeği ve bulut ekmekleri…
Bir tek Bulgar ekmeği ile bayat ekmek eksik!
- Her gün satılmayan ekmekler kalıyor. -der oğlum.-
Akşam yemeği için veriyorlar bize de.
Torbalara alıyorlar kalanı...
Ve atılır…
Yorgunluğun kucağına düşüyor oğlum.
Amerika rüyasına teslim ediyor ekmek onu.
(Bu sözcükler “Amerikan Rüyası” da demek aynı zamanda.)
Tehlikeli kargışı hale gibi kuşanmakta!
Şayet benim de bir rica hakkım kaldıysa-
Tanrım, son bir dileğim olacaksa,
istediğini yap oğlumun!
Sonra evlatlık bile edinebilirsin onu!
Sofya’da
alacakaranlıkta
yaşlı kadın gölgeleri dolaşıyor.
Çöp kovalarını kurcalar, ekmek ararlar.
Birini gösterdiler-
Bulgarca ve Tarih öğretmeniymiş.
“Öfkelenme hemen, patlama,
kendine aramıyor ekmeği.
Köpek ve kuşları besliyor.” - dediler.
Benim bu sözlerim de
köpek ve kuşlara yem değil mi…
Tanrım!
Niçin yaşıyorum!
Niçin dolaşıyorum Rodoplar’da bir başıma?
Niçin eğiliyorum şu kör kuyuların dibine?
İnsanların kapattığı mağaraları niye eşeliyorum?
Niçin akşam ediyorum,
senin terk ettiğin onca sunak yerinde?
Ölmeyi unutmuş
ama ekmeğin tılsımını bilen
son büyücünün melce yolunu
arıyorum ben.
Ancak bugün satılan
ekmeğin tılsımı değil derdim.
Dünden kalmış atılacak ekmeğinki de değil…
Yarının ekmeğinin sırrı gerek bana.
O öpülesi ekmeğin.
Çocukları kolundan tuttuğu gibi,
baba ocağına geri gönderen
ekmeğin gizi gerek bana!
Toma Markov`a
Biliyorum, bu bir düş.
Biliyorum
şimdi elimi kımıldatmalıyım.
Uzaklaştırmalıyım onu. Yatıştırıcı bir şey
içmeliyim sonra… Ancak
yapamıyorum.
Benim yerime
gece lambası hareketleniyor.
Şekil değiştirip
bir uzay mekiği oluyor:
küçücük insanlar
iniyor içinden beni almaya,
sanki
onların sakinleştirici hapı da benim.
Tümüyle değil tabi.
Amacım,
eksenim,
arayışlarım,
başına buyrukluğum-
böyle şeylere gerek duymazlar.
Onlar yüreğimdeki
varsayımsal bir çekirdeği sökmek için geliyorlar.
Parlak bilinç ambalajındaki
o küçük ampülü.
Altındaysa…
Gizemli bir şey oluyor.
Küçük insanlar kaçışıyorlar dehşetle.
Uzay mekiği yerinde değil.
Bir şapırtı duyuyorum… Aman Tanrım!-
Bardağımdaki suyu içiyor kedi.
Şükürler olsun, Mesih!
Teşekkürler!
Şimdi
elimi kımıldatacağım.
Hayaletler korkudan ölecek. Bense,
sakinleştirici bulunmadığından,
kendimden bir kesit yutacağım…
-Sudan da içebilirsin, -diyor kedi-
zira ben, senin yıllar önceki
kedin Simo’nun anısıyım sadece.
İnanmıyorsan,
kuşkuların varsa
Antoine’ı anımsa,
Lavoisier’yi anımsa.
Suyu nasıl incelediğini
ve altın balık yerine
nasıl o yasayı avladığını:
hiçbir şey yoktan yaratılmaz,
vardan da yok olmaz,
ancak kütle
şekil değiştirerek korunur…
Sonra
giyotini anımsa,
Lavoisier’nin kellesini nasıl yitiridiğini.
Adieu, mon cher! Adieu!
Annen korkmamanı tembihledi sıkı sıkı.
Yad ellerde ölmeyeceksin sen.
Sudan ve şöhretten koru kendini.
Şu korkunç şekil değiştiriciler zamanında,
yasalara inat-
yarat!
Alexander Taylor’a
Yabancı bir dilde şiir dinlemek
gerçekten,
gerçek olmayan olayları çağrıştırıyor,
yaşam ötesi temasları ve:
“Yo, bu değil!
Hiç böyle bir şey değil… ” - demeye her an hazır
sisin arkasındaki o görüntüyü
çizmeyi anımsatır.
Bizim semtte bir su borusu var,
akıntılı ön bilisini
şarkı olarak söyler rüzgara.
Teneke tıngırtısı değil. Vınlama değil.
Müzik.
Ezgi.
Yakarı.
Peşine düştüğüm olmuştur
büyüsünü çözmek isteğiyle
gece yarılarında.
Ancak derhal susuyor.
“Korkma!-diyorum,
Yaydığın çılgınlıklar umurumda değil,
nasıl yaptığını söyle, yeter…”
Laslo Nagy örneğin,
Tanrı ona keyif ve sınırsız içki
bahşettiğinde,
Bulgar halk türküleri çeviriyordu.
“Dilmano-Dilbero”* ve saire…
O bunu
“omzuma bir doğan kondu” olarak anlardı.
Ve topal olduğu için yürüyemiyor,
ekin ekip biçmekten ziyade
uçması gerekiyordu.
Çocukluğunda bir at tepmişti onu,
ve o gün bugün öteki yaşlar
yaklaşamıyorlardı yanına korkudan.
O da büyük bir çocuk oluyordu!
Sonra- kocaman bir çocuk!
Sonra- kocamış bir çocuk!
Hangi dilde konuşmuşuz
bu denli uzun Laslo’yla,
anımsamıyorum. Sonra
o kanatlı at gelip uçurdu onu.
Dün ise Manuel Muneus Hidalgo geldiler.
Sonsuza dek bizim olan masa
Kastilya nidalarıyla taştı.
Kalakaldı kadehler boş bakışlarla,
Manolo’nun sözlerinden:
“Sizi, uyarmaya geldim
bizim yapıldığımız kalıp kırılmış
ve bundan böyle bizler gibisini
yapmayacaklarmış.”
Nesnelerle
onların kırılgan dilinde konuşmalısın.
Sanma sakın, senin dilini anladıklarını.
Bir yolunu bulursan, belli et onları sınadığını
nasıl sınanıyorsa bir istek, sıkıntı
veya bir öğrenci. O zaman
tüm çocuklar imlerle, dudak devinimleriyle
kopya vermeye başlayacaktır.
Bir tek imi yakalasan bile,
önemli bir tutsak olur elinde-
“Dil”, cephede söylenegeldiği gibi-
hakikat belirtisidir,
kanadın gökyüzünde bıraktığı
izdüşüm gibidir.
Hemen yola koyul! Ama unutma-
yalandır ancak gerçeğe en uygun olan.
Ve işte, köpeğimden öğrendiğim gibi,
dişliyorum kendi tasmamı.
Bu, çıkmak istiyorum, demek.
Ve kendimi kendim yönettiğimi düşünmek.
Politikacıların yağmaladıkları
şairlerin salyayla ıslattıkları
tümüyle muhbirlik kokan
bu melun sözcüklerden çıkmak istiyorum.
Sıyrılayım onlardan.
Ve sözsüz, ve sessiz seveyim seni.
Ve manyetik şiddet hatlarını atlayarak
kırlarda koşmak isterim.
Kutupları koklamak
ve karıncaların
semantik tohumlar taşımasını izleme de.
Şarkı söyleyen haşereyi sevmez halk.
Fabl karıncalarını tercih eder.
Onlar da yol alıyor tenimde-
semantik bir im bu dünya
söylenemeyen, dile getirilemeyen.
I.
Bir ev buldum kendime,
cihandan daha yaşlı.
Ve derhal yetişti ustalar.
“Aldığın-
maliyetli bir dert-
dediler.
Yaşlılık onarılamaz aslında.
İyisi mi
şöyle sallandırıp yıkıvermek
ve son önderlerimizin deyişiyle
materyalle
yeni, kökten yeni bir şey yaratmak.
Yıkmakta kararlı görünmüyorsun,
o nedenle- tadilat!”
Düşüneyim –dedim.
II.
Gece boyunca yanıyor lamba.
Oysa karanlıkta da düşünebilirim.
Ancak günbatımının
koynuma girişini,
sabahleyin-
parmak uçlarında çıkışını izlemeye
bayılıyorum.
Duymazlıktan gelerek.
III.
Bir fenere benziyor oda
bense,
olsa olsa
tükenmeye yüz tutmuş fitiline.
Işık külü.
Gece yaratıkları çarpıp duruyor
cam duvarlarıma.
Devasa kelebekler uçuşmakta
kan çanağı gibi kızarık gözleri var kanatlarında.
Sen de farklı değilsin, diyorlar,
ancak kanatların gözlerinde.
IV.
Kuşlar uyandırıyor beni seherde.
Sessiz bir yazgı tıklatmakta
o küçücük gagalar.
Aslında kahvaltı etmekteler
cama yapışıp kalan kelebeklerle.
Sonra da uyarıyorlar:
Ustalara dikkat et!
Efsane var burada,
ölü kervanın definesi
bu evin temelinde gömülü,
yoksa onarmaya can atarlar mıydı bu denli!
V.
Hangi iblistir ki
bu dünyanın temelinde
som mutluluktan bir gömü olduğu
söylentisini yayan?!
Sfenkslerden,
kutsal kaselerden,
dillenip konuşan yazıtlardan,
simyacı büyülerinden söz etmiyorum…
Ancak yine de
sırlarla yüklü değil midir
zaman kervanı?
VI.
Yalvarmaktan utanıyorum
o nedenle size vasiyet ederim:
dünyamızı onarmayı öneren ustalara
çok, çok dikkat edin!
Neredeyse Sizifos gibi
ve tıpkı kendim gibi
abanıyorum taşa.
Bulut gibi yuvarlak.
Kara yankı gibi karanlık.
Öyle egemen sessizlik!
Taşın altında Şer uyur
kıvranmış kırkayak-
başı martenitsalı* kırlant üstünde
kara bir galaksidir.
Beni bir gören olsa
şaşırıp kalacaktır kuşkusuz.
Cücenin beni övmesi için
anlaşılır bir şey uydurmalıyım:
-Pekala!
Sen yine bizdensin…
Zamanı altına sokmak için
kaldırıyorum taşı-
şu çaldığım zamanı.
“Nerden çalınabilir ki zaman?”
Yanıtım hazır - tabii ki kendimden -
ancak kendimden.
En kolayı düşünden.
En zor kendi emeğinden.
„ İyi de çalmana ne gerek?
Hele ki kendinden...
Hele ki zaman!“
Aşka kendimden som olan bir şeyi
armağan etmek için.
“Ya o?”
O böylesi kıymetli bir armağanı
kabul edemezmiş.
Borçlu kalmak istemiyor… Bağlanmak da…
Ve saire…
Zamanın kıymetini
ayrılığın acısına göre biçerdim.
“Vakit nakittir”
benim için meşhur Franklin’in yaydığı
bir deyişten öteye gitmez.
Ancak herkesin böyle düşündüğünü öğrendiğimde,
armağanıma bakınca–
kurumuş bir çiçek demedi, unutulmuş, susuz,
zamanı eski yerine çevirmeye karar verdim-
kendime. O an gülümsedi çalınan zaman:
“Her şey dönüşüm, dönüyor evlat,
göçen kırlangıç,
yolunu yitiren oğul,
çalınan at,
yitik umut…
Her şey dönüyor evlat, ancak zaman
ancak zaman
dönmüyor hiçbir zaman!”
Ve bak
akıllı metal aygıt
arşınlıyor Mars çölünü.
Su aramakta.
O denli susuz değilim.
Ama ben de
bir şey aramaktayım.
Uygun bir yer.
Ve bir gözümle ne yapıyor diye bakıyorum
Ona, şu metal olana.
Orada herşey taş.
Birini bile kaldırmak gelmiyor aklına? Niçin?
Ya o taşın da altından
bir martenitsa parlayıverirse ne olacak?
Ne mi?
Kendi kenime diyeceğim:
İşte burası çok uygun
gözlerimi yummam için.
Zaman ve biz birlikte
uçarken
göz göze gelmemeyi
kararlaştırdık günbatımıyla.
Kadın ressamla anlaştık-
o sağırlaşacak,
bense körleşeceğim.
Böylece sonunda
aynı şeyi yapıyor olacağız belki.
Tıpkı kanıtlanmadan inanılan
aşk aksiyomlarında olduğu gibi.
O nedenle öpüyorum seni, yaklaşan gökyüzü.
Sizi de yaşı küçük,
perspektiften beti benzi solmuş yeni ufuklar.
Ben de sıkılıyordum
annem beni yitirdiğini duyumsayarak
insan içinde çekip öptüğünde.
Bu gibi duygulara,
yerli yerindeki sıhhate,
kazanılmamış gerçeğe
metelik vermez gençlik.
Gençlik kurguyu
ve aşkı yeğler.
İşte pembe bir buğu içinde,
Efes’in pek güzel kurgulanmış limanı-
ıssız mı ıssız…
Denizciler genelevinde.
Atıp tutmakta pazarda tacirler.
Politikacılar da tartışıyor cümleten
bu gece yarısı şöleninde.
Ancak alçalıyor kırlangıçlar gitgide,
bu fırtına geliyor,
kırık dallar,
dağılacak yuvalar, dağılacak dünyalar demek.
Efes’ten İskenderiye’ye dek
e-e-e… elma.
Yasak elmanın kavgası.
Neler mırıldanıyorsun, ihtiyar?
Gözlerin niye böyle?
Niçin bağışlamış ki seni İkinci Vasiliyus?
Tam da seni?
Bak göğü sırtlamış dağ,
yararlı bir iş.
Niye onun gözleri yok da,
senin var gene?
Dağın gölleri olduğunu söyleyerek
itiraz edecek oluyorum.
Aman ne kadar özgün!
İster misin gözleri göle dönüştürelim
ve bunlardan acı çavlanlar, dereler aksın.
O zaman sorarım sana:
Ne görüyorsun? Ha?
Görüyorum.
Çölü görüyorum,
küresel ve vaat edilmiş.
Ama o çocukların ne işi var orada,
İsrailoğullarının, tanrının seçtiği?
Mabetsiz bir duvar yapıyoruz,
sonsuz bir duvar,
yeni ağlama duvarı.
Yeni iniltiler için…
Bu görünür dünyaya veda etmeyin, gözler,
bu euklidessiz boşluğa da!
Çünkü
duvar taşları arasına sıkışmış
bir mektup gibi duyumsuyorum
kendimi.
Veda etmeyin, gözler!
Çünkü niceden yazılmışım
ama okunmadım
bir kere olsun.